Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşu Ve Milli Mücadele

Çılgın Türkler - CAN UĞURATEŞ

04.09.2024 11:12 | Güncelleme Tarihi: 04.09.2024 11:12

Günümüzde, zaman zaman her ne kadar tarihsel süreçteki Türklüğün başarıları birbirleriyle kıyaslanıp, perdelemelerle veya tarih bilmezlerce, Derin Dünya Devleti söyleminde oluştuğu iddia edilen asılsız konsensüslere dayandırılarak, Milli Mücadele ve Kurucu Kadronun başarıları önemsizleştirilmeye çalışılsa da Türk Milleti, Milli Mücadele ile Mustafa Kemal önderliğinde, tarihi hem yapıp hem de yazarken, ortaya büyük bir değer çıktı: Türkiye Cumhuriyeti.

Türkiye Cumhuriyeti bu günlere, 26 Ağustos sabahı başlayan Büyük Taarruzun ardından, çok değil, dört gün sonra kazanılan zaferin getirdiklerinin, Mustafa Kemal ve Silah Arkadaşları ile Gazi Meclisin uygun, akılcı, barışçı, bilimsel temelli dizaynı ile kurulmuş, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” ilkesini benimsemiş, bağımsızlık karakterini sahiplenmiş devlet yapılanması ile geldi. 


Büyük Taarruzun yapılabilmesi için gerekli olan hazırlık sürecinin ne denli zorluklarla geçtiği ve tüm zorlukların üstesinden nasıl gelindiği, Milli Mücadele tarihinin, hiçbir zaman tozlanmayacak sayfalarına, Türk’ün kanıyla kayıt edildi.


Bu muhteşem mücadele ile Türkiye coğrafyası yeniden şekillenir ve Lozan Antlaşmasıyla Türklere ait olduğu tescil edilirken, Dünya üzerinde, farklı coğrafyalarda emperyalizmin tutsağı olmuş halkların da kurtuluş umudu oldu. Çünkü emperyal güçlerin kayıtsız şartsız üstünlüğünü kabul etmiş, bir nevi öğrenilmiş çaresizliğin esiri konumuna gelmiş olan halklar, Çılgın Türklerin bu hamlesiyle gelen başarının ardından, beyinlerinde bir kurtuluş ışığı yandığını fark etti. Ya da sönmeye başlamış ışıklar yeniden ruhlarını aydınlattı.

Halkların, Çılgın Türklerin yaptıklarıyla, kendilerinin de başarabileceğini görmeleri ve bu yönde düşünmeye başlamaları üzerine, birinci bin yılın ikinci yarısının başlarından itibaren, Dünyanın neredeyse tüm kaynaklarını kontrole yönlenmiş olan, kapitalist düşüncenin yönlendirdiği emperyal güçler, ne denli büyük bir sorunla karşı karşıya kaldıklarının farkına vardı.


Bugün kimi beyinler, Milli Mücadelenin, yalnızca Yunan Ordusunun Anadolu coğrafyasındaki işgalci güçlerine karşı verildiğinden hareketle, yapılmış olan muhteşem mücadelenin görkemini düşürmeye gayret etse de gerçekler farklı. Üzerinde güneşin batmadığı bir imparatorluk, yenilmez olduğu düşünülen ordusunun, Birinci Büyük Savaş süresince Çılgın Türklerle karşılaştığı hemen her muharebede büyük sorunlarla karşılaşması ve özellikle Çanakkale Muharebelerinde, Kut’ül- Amare’de, Arap yarımadasındaki Türk Ordusunun muhteşem direnişinde ve Milli Mücadele süresince destekledikleri Yunan Ordusunun kesin yenilgisi karşısında, İstanbul’dan çekilmek zorunda kaldı. Üstelik Dünya üzerine yayılmış egemenlikleri üzerindeki uyanışla, idealleri için tehlike çanları çalmaya başladı. Çok oluyordu artık bu Çılgın Türkler ama o muhteşem küresel güçlerin ellerinden bir şey gelmiyordu.

Milli Mücadelede esas süreç Mustafa Kemal’in beyninde çoktan başlamışken, işgal İstanbul’unda yapılan görüşmelerin, toplantıların ardından ortaya çıkan fırsatla, Anadolu’ya etkin bir görevle geçme imkânı da elde edilince, geriye sadece teferruat kalmıştı. Zaten söz konusu vatan ise gerisi teferruattı. Bandırma vapuru ile Mirliva Mustafa Kemal liderliğinde, Samsun istikametinde yol alan ekip, bu hareketin, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinden biri olacağını belki de düşünemiyordu.


Bandırma vapuru Sarayburnu önlerinden demir alıp, Karadeniz istikametinde ilerlerken, İngilizler tarafından, Kız Kulesi açıklarında durdurularak silah ve mühimmat araması yapıldığında, en büyük silahın, davasına inanmış insan olduğu gerçeği, İngilizler tarafından anlaşılamamıştı. Ancak, Mirliva Mustafa Kemal, yanında götürdüğü kurmay heyetiyle birlikte, tarihin gördüğü en tehlikeli silahlardan birisiydi. Bu silahın namlusu çoktan işgal kuvvetleri üzerine çevrilmiş, atış için en uygun mevziiyi almaya çalışıyordu. Güneşin Batmadığı İmparatorluğun beyinleri, gözleri önündeki silahı ve Anadolu'nun her köşesindeki, genlerindeki mükemmeliyet ile üretilmiş yaşlı, genç; kadın, erkek, ateşlendiğinde hedefinden sapmayan mühimmatı göremedi. O muhteşem mühimmat, 19 Mayıs 1919'da muhteşem silahıyla buluştuğunda, Türkiye topraklarındaki emperyalistler için, kaçınılmaz sona giden süreç de başladı.


Ardından Anadolu’nun yoksulluğunda, yokluğunda ama Anadolu insanının muhteşem inanç ve azminde filizlendirilen Milli Mücadele, yeni ve geleceği aydınlık bir devlet ortaya çıkardı.


Bu genç yapılanmada, Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu bilen ve Milli Mücadele süresince, halkın Meclisinin aldığı kararlar olmadan hareket etmeyen kurucu lider, yeni devletin temellendirilmesindeki en önemli esaslardan birinin de halkın özgürlüğü olduğunu ve bu özgürlük ile egemenliğin halk tarafından sahiplenilebilmesi için gerekli yönetim şeklinin de Cumhuriyet olduğunu çok iyi biliyordu.

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu haykıran yeni oluşum, 29 Ekim 1923’te yine halkın kararıyla, Gazi Meclis kararıyla, ülkenin yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğunu ilan etti.


Ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti olurken, bu kararla, halkın özgürlüğü ve egemenliği bir kez daha kayıt altına alınarak, Dünya üzerindeki tüm mazlum halkların örnek olarak kabul ettiği, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma azim ve gayretindeki genç devlet, Türkiye Cumhuriyeti adıyla, tarihsel süreçte hiç yıkılmamak üzere, sağlam temellerle yeniden yerini aldı.   


Çılgın Türkler bir kez daha, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganıyla tarih sahnesinde yerini alırken, özgürlük, eşitlik, adalet ilkelerinin ışığında, her daim medeniyet yarışında var olacağını, Dünyaya hatırlattı.      

YAZARIN DİĞER YAZILARI