13.08.2020 01:06 | Güncelleme Tarihi: 13.08.2020 01:06
İnsan, küçük yaşlardan itibaren kendini öncelikle içgüdüsel olarak dürtülerinin etkisinde harekete zorlarken, aileden itibaren çevresinin etkisiyle de yönlendirilmeye başlar. Bu yönlendirme, arkadaş, okul, spor dalı, sanatsal faaliyetler ve meslek seçiminden eş seçimindeki tercihlere kadar uzanır. Birey, herhangi bir konuda, kendisiyle ilgili bir tercih yapması gerektiğinde, genelde bu yönlendirmelerin etkisinde davranış sergilemeyi tercih eder. Çünkü böylelikle, üzerinden büyük bir yükün kalktığını hisseder. Bu davranış şekli esasen doğrudan sorumluluktan kaçmadır. Ancak küçük yaşlardan itibaren empoze edilen davranış şekillerinin baskısında, belirli kalıplar içinde yönlendirilerek yetişmiş birey için, böyle bir seçim yapmak, basit düşünsel yapıda, her durumda rahatlatıcıdır. Esasen verilen karar kendine ait değilken, birey, bu davranış şekliyle, otorite kabul ettiklerini memnun ederek, övgü almayı tercih etmekten imtina etmez, hatta takdir edilmek için kıvrandığından - William James, “İnsan doğasının en derin prensibi, takdir edilmek için kıvranmaktır” der- önemli bir başarı kazanmış hisseder.
Yapılan tercihler, yönlendiriciler tarafından memnuniyetle karşılanır ve birey, bulunduğu ortamda takdir edilirken, aslında ne birey ne de yönlendiriciler, bir patlayıcının fitilinin ateşlendiğinin farkında değildir. Üstelik patlayıcının ateşlenmesine vesile olanlar yaptıklarının farkında değilken, çoğu kez başarılarıyla da övünüyorlardır. Hani ebeveynlerin sürekli söylemek istediği ve farklı ortamlarda gururla ifade ettikleri, yanlışlığıyla muhteşem sözler vardır: “Oğlumu kız gibi yetiştirdim. Evine barkına düşkün, beni de hiç üzmez” ya da “ne delikanlı kız yetiştirmişim, tıpkı erkek gibi, elinden her iş gelir” veya “Benim oğlum/kızım, doktor/subay/mühendis olacak” gibi. Her seferinde de bahsettikleri kişinin birey olduğu ve herkesten farklı olduğu unutuluyor ya da göz ardı ediliyordur, sevgi bahanesinin ardında. Çünkü yönlendiricinin, istemlerinde elde edemedikleri çıkıyordur ön plana. Bu arada, birilerinin hayatı cehenneme dönmeye başlıyordur ama bu büyük bir umarsızlık ve bilinçsizlikle dikkate alınmıyor ya da cehaletle fark edilemiyordur.
O halde önemli olan, bireyin hayattan ne istediğini bilmesidir. Birey, küçük yaşlardan itibaren hedefler belirleyip, belirlediği hedeflere ulaşma doğrultusunda çaba sarf ettiğinde, hedefine mutlaka ulaşacaktır. Ancak seçilen hedefler de makul ve mantıklı olmak zorundadır. Bireyin hedefler belirleyebilmesi için de eğitim, azim ve cesaret gereklidir.
Israrla isteyen birey hedefine mutlaka ulaşırken, bu başarının elde edilmesindeki etkenler, farklı perspektiflerde farklı algılarla söylemlerine yansır. Kimi duanın gücüne, kimi evrenin muhteşem işlevselliğinde doğru isteme, kimi de en gerçekçi olanına, çalışma azmine bağlar bu başarıyı.
Ne olmak istediğinle ne yapmak istediğin arasında da ince bir fark vardır. Olmak istenilen, genelde maddi kazanımlara yönelik istemlerle beyinde şekillenirken, yapmak istenilen tamamen ilgiye, yeteneklere, manevi huzura yönelik olacağından, ortaya ruhsal bağlamda oldukça kaotik bir durum çıkar.
Hastayı sevmeyen, hastasını kazanç kaynağı gören tabip, öğrenciyi sevmeyen öğretmen, maiyetine sürekli sert davranan veya mobbing uygulayan amir, mesleğini içselleştirmemiş mimarın yaptığı, görsel estetikten uzak, az maliyetle çok kazanıma yönelik binalar, neredeyse kuşku kaldırmaksızın, yönlendirilerek yapılmak istenilen değil, maddi kazanım bağlamlı, olunması istenen mesleğin hedeflenmesiyle ortaya çıkan sonuçlardır. Bu durumda memnun olanlar, sadece, bireyi kendi erişemediklerine yönlendirerek, kendince haz duyan yönlendiriciler olur. Ancak mutsuz olan kesim çok daha fazla bireyi kapsar. Mutsuz bireyin etkileşimde, iletişimde olduğu tüm fertler de mutsuzluğa itilirken, gerçekte, bozulan değerlerle de ortaya mutsuz, umutsuz bir toplum yapısı çıkar.
O halde ne istediğini tam olarak bilmektir asıl olan ve ne olmak istediğine değil ne yapmak istediğine karar verip, hedeflemektir, bireyi her durumda başarıya ulaştıran.